8 Temmuz 2016 Cuma

Göğe Bakma Sanatı ve Turgut Uyar

* Gıyabında Konuşmalar

  Şahin Kaygun’un portresiyle biten küçük cep kitabında; bir bilseniz hangi hüzünlü, hangi eskimiş de yarım bırakılmış hikayelere son noktadır Turgut Abinin o çizgili yüzü. Çizgisini hiç bozmayan ve bir o kadar anarşist bıyıklarında soluksuz asılı sigarasıyla efendiliği yüzümüze esen “Büyük Saat” ustası…

  Erhan Altan’ın kaleme aldığı ve kendisi gibi edebiyata gönül vermiş eşi Tomris Uyar’la yapılmış söyleşi ziyafetiyle merhaba. İkinci Yeni akımının en tehlikeli şairlerinden biriydi Turgut Uyar. Biz ki “Göğe Bakma Durağı” ile tanıyoruz şahsını. Onun şiirinde ahenk var mıydı, bir melodiye takılıp gidilebilir miydi bilinmez ama; en ağır ketumluğu bulabilirsiniz dizelerinde. Evet sizden bile içine kapanık, kendini beğenmiş-kendine küs, en az sizin kadar evcimen bir şiir dünyasına açılan ilk kapıdır yazdıkları. Yazmasa ne çok şey kaybederdi ayazından Ankara! Ankara’nın meydanlarıdır meşhur olan. Hüznü ve ayazından başka. Başka nedir ki şu içli dışlı olmuşluğumuz kendimizle.

  Madem ki sözün geldiği yerdir Ankara, Tomris Uyar’ı buyur edelim:  Ankara’da ben, bir yıl kadar Turgut Uyar’la oldum. Cemal Süreya’dan ayrıldıktan sonra 1966 yılının sonundan itibaren Ankara’ya gittim bir yıl. Para bakımından çok büyük sıkıntılar çekiyordu. Çünkü hem nafaka ödüyordu üç çocuğuna hem de bir sürü borcu vardı. Ey okur! Bu sayfayı tasarlarken, gıyabında konuşacaklarımızın dedikodusunu yapacağımızı peşinen söylemiştik. Dikkatinden kaçtıysa bir daha oku. Ki; es geçme Cemal Süreya’nın Üvercinka’larından birinin de Tomris Uyar olduğunu. Bekleme yapmayın lütfen, ilerleyelim. Taksitler, taksitle alınmış eşyalar filan… Onların borcu ödeniyordu. O yüzden çok sıkışık bir dönem geçirdik. Gene de elimizden geldiğince Papirüs’e yardım ediyorduk…

ikimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
şu aranıp duran korkak elleri tut
bu evleri atla bu evleri de bunları da
göğe bakalım
                
  Turgut Uyar’ın şiirinde bir okul zili coşkusu var çocuksu, bağımsız. Ne tok çıkıyor sesi ne cılız. Hem varmış gibi dikiliyor karşımıza hem de saklanıveriyor en olmadık zamanlarda. Az önce de söyledim ya çevresine ne kadar duyarlı, aynı oranda kapalı kendisine. “Acıların Tarihi”ni yazmak her şaire nasip olmaz kuşkusuz; fakat tam da Turgu Uyar’ın harcıdır acı ve onun hem tarihi hem de tarifi.

kalın ve karanlık bir çatı merdiveni gibi
giderilmez eksikliğini tanırım onun
suyun bardakta duruşu gibi
bir öfke usul usul büyürken kuytuda
yemyeşil bir çayır görünümündedir
haziran ortasında bir gümüş lüfer
büyülü bir fotoğraf bir gümüş çerçevede
ve evinde hemen hazır bir silah
böyle kargaşalı günler döneminde
beşer onar koparılan bir takvim sanki bahara

  Duygusal yönü ağır basan ve öyle ki; acıya böylesine tutkulu bir edebiyat gönüllüsünden bahsederken insani değerleri görmezden gelmek olmaz. Her şairin bir “yarınlar sözlüğü yazarı” olduğuna olan inancımın filozofudur Turgut Uyar. Hepimiz kadar hayatta var olmuş ve hayatın var ettiği pek çok duyguda da kendini esirgemediği gibi, gerektiğine hayatı sadece kendisine değil, yaşantısına bir vesile dahil olmuşlara da gri tonlarında yaşatma yürekliliğini göstermiştir. Çok kıskanç bir insandı zaten. Özgürlüğümün kısıtlanması hele böyle benim de haklı gördüğüm nedenlerden dolayı olmaya başlamışsa kurtuluş yolu ararım ve bu durumda bulamam tabii ki… Bana karşı çok şiddetli kızardı. Başkasına karşı çok şiddetli değil, hayır. Uzun süren bir kızgınlığı vardı üstelik. Kinci değil ama geri dönmeyen… Yani yaptığı haksızlığın içinde şu kadarcık haklılık olsa onda ısrar eden tiplerdendi. Hiç bana göre değil, ben hemen kabul ederim yanlışımı. Çok zor özür dilerdi.
                
  Turgut Uyar’ın en iyi yaptığı şey kuşkusuz “şiir yazmak” kaygısı gütmeden ve şiirselliğe (!) bulaşmadan şiir yazabiliyor olmasıydı. Sözcükleri yan yana getirişi ve kurgusundaki sadelikten anlayabileceğiniz yoruma kapalı mısraların dizilişi, sizi doğru yola sürükleyen unsurlardır. Takılın onların peşine, emin olun çok pişman olacaksınız. Ve sonra der ki:

ben şimdi diyorum ki bir bak şu alanlara
sokaklara köprülere kiremitsiz damlara
taşlara sopalara amanvermez silahlara
şehir haritasına trafik lambasına kan içinde adamlara
kan içinde adamlara
kan umutsuzluktur
ona kendini hazırla
ne kadar yalnız olduğumuzu hep hatırla
açlıkları yoklukları kırımları
-örneğin sensiz olmak ömrümün bir akşamında-


  Görüldüğü üzere Turgut Uyar asla militarizme ya da sloganvari söyleme yakın olmamıştır. Aslında bir eylem insanı olmaktan da özellikle uzak durdu. Onun için yazmak, başlı başına bir eylemdi. Kendi şiirinin de farkındaydı aslında. Hatta o kadar ki; güzel bir dizeyi yanlışlıkla yazdığı zaman (!) “kalemimden kaçmış” tepkisi alınabilirdi. Çünkü asıl amacı şiirsellikten kaçmaktı ve bunu başarmak için asla zorlanmadı. Mesela Cemal Süreya’da politik bir söylem hevesi her daim var olmuştur. Dolayısıyla diğer İkinci Yenici’lerden de bu yönüyle ayrılan Turgut Uyar, şiirsellikten çıkıp kuru bir düzenle de var olmadı edebiyat sürecinde. Bu yapıyı, biçim üzerinde yaptığı çalışmalarla gerçekleştirmeyi bildi. Bir de İlhan’dır (İlhan Berk) sadece şiirle uğraşacak olan. Cemal Süreya mesela politikacı olmayı çok isterdi. Yani şiir yazmak kadar politikacı olmayı çok isterdi…

  Bin bir hevesle araştırdığım ve öğrendiğimde sevindiğim en güzel detay, yazar ve/veya şairlerin yazma sürecine dair aldığım bilgi kümeleridir. Tomris Uyar’ın Erhan Altan’a verdiği yanıtta söylediği gibi, yazmak için ilham gelmesini beklemezdi. Aklına takılan bir konu ya da bir dize, bir ses varsa hemen yazmaya otururdu. Günün saatinin bir önemi yoktu. Ama daha çok öğleye doğru; yani on bir civarı olurdu. İlhama hiç inanmayan bir insandı. Tabii ki ilham dalgası beklemezdi. O, öncelikle şiirin neresinin teknik olarak eksik olduğunu fark ederdi ve onu düzeltene kadar uğraşırdı. Ama bu mutlaka kağıdın ve kalemin başında uğraşma olmazdı, düşünürdü durmadan, o belli olurdu yüzünden. Bulduğu zaman gider düzeltirdi, gece yarısı da olabilirdi bu bulma anı. Onu düzeltene kadar rahat edemezdi.

seversin diye söylerim her şeyi, sana uygun olsun
çünkü her şeyin birbirine uygununu sen bulursun
gel ellerini ver en güzel ellerini öyle
ruhum, ateş yüreğim, kokum birlikte öyle

  “Tomris Uyar İçin Bir Şiir Kurma Çalışması” adlı şiirinden arakladığım bu birkaç dizede; anlatım, en antişiirselliğiyle dilimizde doludizgin. Keyifle. Hal böyleyken dönüp bir de günümüz şairlerine (!) ve üstatlarına (!) göz gezdirdiğimde acayip görüşler duymaktan da alamıyorum kendimi. Günde birkaç şiir yazdığını söyleyen bey amcalar var. Ya kendisini sosyal medyada ilah ilan eden yarım kafiye zekalılar yok mu, onlara ne demeli!

  Bir şiiri yıllarca bekletebilirdi ama yıllarca beklettiğini de sanmıyorum. Üç ay içinde bir şiiri falan mutlaka bitirmiş olurdu. Şiir yazamayınca sinirli ve gergin olurdu. Ama bu gerginlik çok belirgin bir gerginlik olmazdı. Zaten çok güleryüzlü bir insan olmadığı için, tanıyan biri ancak seçebilirdi bu farkı. Çok dalgın olurdu ve kafasının bir yere takılı olduğu yüzünden okunurdu. Ama onun dışında bir şikayet etmezdi, düşünürdü… Şiir yazdığı dönemlerde ise benden değil ama; çevresinden uzaklaştığını söyleyebiliriz. Hiçbir zaman yakını fazla olmadığı için onu da bilemeyeceğim.

ben bir gün giderim ki neyim kalır
eksik bıraktığım her şeyim kalır
yaz günü kim ister ki öldüğünü
eksik bıraktığım her şeyim kalır
yaşamam bir beyazlık gibi sanki
eksik bıraktığım her şeyim alır
genişlerim dağılırım beyazlarım
ben bir gün giderim ki neyim kalır
ben bir gün giderim ki ey diri at
elbette benim de bir şeyim kalır

  Oğluna Turgut Uyar adını koyacak kadar karşılıklı iyi baba-oğul ilişkisine sahipti. Aile yapısının çok kuvvetli olduğunu söyleyemesek de oğluyla diyalogları her birinden farklıydı. Turgut Uyar az kişi severdi. Can’ı (Can Yücel) çok severdi mesela. “Şiir diye bir şey olmamış olsa, İlhan (İlhan Berk) bulurdu”  derdi, şiiri sevdiği için İlhan’ı severdi… Misafiri de pek sevmezdi ve kolay kolay dışarı çıkmazdı.

şimdi otobüs gelir gideriz
dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
seni aldım bana yırdım durma kendini hatırlat
durma kendini hatırlat

durma göğe bakalım

Not : İlgili yazı, Sade Edebiyat dergisinde matbu olarak yayınlanmıştır.

-  http://yavuzyavuzerkoleksiyon.blogspot.com.tr

-  http://hicligeprova.blogspot.com.tr

Sami Baydar'ın Dünya İnancı


* (Gıyabında Konuşmalar)

  Gündelik hayatın yükünü, özellikle son dönemde sıkça maruz kaldığımız kirli siyaset dilini söküp alıyor ilk etapta. Herhangi bir sevgilinin arkasından ağıt yakıldığına yahut arabesk bir ayrılık hikayesine rastlamanız pek mümkün değil bu derinlik çıkmazında. Evet, çoğunuzun hatırlayamayacağı gibi Sami Baydar’dan bahsediyorum. Olgun ve standardını kazanmış dizeler kitap boyunca refakat ediyor size.

  Günümüz romantiklerinin çul çaput yazdıklarından sıkılanlar için tek tavsiyem şairin ruhuna birkaç dize mırıldanmaları yönünde olur.

  Samimi bir itirafta bulunmak gerekirse şairi çok duymama rağmen üslup ve içeriğiyle ilgili bilgi sahibi olma fırsatını yakalayamamıştım. Ta ki; şeytanın günaha zorlayıp, beni Dünya İnancı’na yakınlaştırıncaya dek. Kitabın adından da anlaşılacağı üzere şair, başka bir dünyanın yasını tutuyor şüphesiz. Temelinde hemen her canlıyla karşılaşabileceğiniz bir fotoğraf sunuyor size. Yıllar önce Garip akımıyla başlayan “şiire hayatın içinde yer alan her kavramın dahil edilebileceği” gerçeğini güçlü bir dille savunuyor şair. Kitap kapağında küçük İskender paralelinde (paralel sözcüğü burada; popüleriteden, siyasetten ve mecazi söylemden uzakta, göründüğü-okunduğu gibi içi dışı bir ve bir o kadar da delikanlı bir tavırla kullanılmıştır) bir hitap bekliyorsunuz. Doğrusu simalar da birbirini andırmıyor değil. Yakın süreçte kaybettiğimiz şairi, İskender gibi Beyoğlu’nun herhangi bir bodrum katında bulabilir miyiz acaba yeniden? Yerüstü edebiyatının bence en güçlü ve en unutulmuş şairlerinden biri Sami Baydar. Slogan olabilecek ifadelerden kaçınmış ve açık sözlü anlatımıyla sıkı bir dost olmayı rahatlıkla başarabiliyor. Keyfi kaçık şiirler bulabileceğiniz gibi; aklını yitirmiş, hayalperest
dizelere rastlamak da mümkün sayfalar boyunca. Çoğu şiir, Kemal Sunal filmlerinin en komik anında araya giren reklam tadı veriyor. Rahatsız edici ölçüde yarım bırakılmış diyebilir ya da başka bir bakış açısı getirerek; şairin, “benden bu kadar” demiş olabileceğini ve sıranın artık okura geldiğini de düşünebiliriz.

  Şiir kitaplarını çoğu zaman, onu kaleme alanların günlükleri olarak kabullenirim. İç sıkıntım varsa, “zaten canım darda, bir de onu çekemem şimdi” deyip, yüzüne bile bakmam dizelerin. Kırılan-küsen olur mu bilmiyorum ama; şiir kitaplarına şarkı sözü muamelesi yapmaktan vazgeçtiğimizde şiirlerin ciddi birer kutsal kitap olduklarına şahit olacağız.

  Dünya İnancı; içinde pek çok kültür, ırk, cinsiyet ve alışkanlığı barındıran oldukça kalabalık bir kitap. Fakat; şairi yalnız. Sami Baydar’ı size anlatmaktaki gayem de buydu: Yalnızlık! Muhakkak bir bildiği vardı Nietzsche’nin. Yok yere izini sürmüyoruz halen aforizmasının: Yalnızlık, bu dünyanın en eski asaletidir. Bunca kalabalık ve yoğunluk içinde şair yalnız kalabilmeyi nasıl başarmış bilinmez ama; teknolojinin ve hayatınızdaki tüm fazlalıkların gerçek anlamda gereksiz olduğunu kitabı sonlandırdığınızda anlıyorsunuz. Sakin ve ince dokunuşlarıyla edebiyatın sadeliğine götürüyor sizi. Herkesin söylediğini, yine herkesin kullandığı tarzda söylemiyor. Her şeyden önce Sami Baydar şiirinin yetiştirilme tarzı bambaşka. Aile terbiyesi almış ve aynı zamanda gerektiğinde Ece Ayhan olabilecek bir kıvama sahip. Buna karşılık ağır abi olma kaygısı gütmeyen ve/veya en önemlisi küfretmeden de sert şiirler yazılabileceğinin nüfus suretidir Sami Baydar, aslı gibidir. Tüm bunları kanıtlamama izin verir misiniz… 31. sayfada Kuğular şiirini sıkıştırıyorum köşeye ve tüm bildiklerini anlatmasını istiyorum. Dökülüyor usulca:

bir kuğu ölse bir ay gözlerini açamaz bir göl
istemez içmez çocukları göğsünden süt sağılmaz

bir kuğu doğarsa gök gölde ağırlanır
kuğular yıldız takar boyunlarına
sevişirler beyaz beyaz ot kokar

bir kuğu görmedinizse mutlaka görün
ışıkla sıkılmış gibidir boyunları
ayrılacak yerde birleşirler

pencerenin altına dek getiriyorlar
uykudan kaldırıp insanları

düşseniz sanki değiştireceksiniz her şeyi.


  Kesik Kuş Kafası Bir Dünya isimli sadist görünen; ancak bambaşka anlatımların peşine düşülen şiirde ise; yüreği bir kuş gibi çarpan kim var ki / yüreğimi yüzüme vuran sevginin ateşinden dizeleriyle ne denli insancıl olunabileceği yüzümüze çarpıyor şair. Böcekler bir yaz gecesine çağırıyor sevgilim ikimizi / ama insan bağırtılarla ateşlerle tutuşturuyor otları dizeleri, sizce de birçok sözüm ona “aşk şairini” arka cebinden çıkarmaz mı? Biraz kendimize kalmak, kapıldığımız gürültüden kurtulmak için yüksek dozda şiir ve belki de en önemli temsilcilerinden Sami Baydar kaçınılmaz görünüyor. İç huzursuzluğumuzun, yetinemezliğimizin ve avare dolandırılmışlığımızın tedavisi bu sarı kitap. Üstelik tek seans. İri yapılı ama yufka yürekli bey amcalar gibi eserin iç dünyası. Babacan konuşmaları sizde saygı uyandıracak.

  Son şiirin adı Papatya. Unutmayın, şairler falınıza bakarken yalnızca geçmişinize götürür sizi. Ve bunu sadece cesur olanlara yapar. Şimdi tüm cesaretinizi toplayın ve ne yapıp edip bulun bu kitabı. Sonra üzerine konuşacaklarımız var. Bu sayıda Sami Baydar’ın Dünya İnancı hakkında dedikodu yaptık. Gelecek sayıda; Gıyabında Konuşmalar maskesinin altına sığınıp, Turgut Uyar hakkında önemli sırlar paylaşacağım. Aramızda kalsın; Turgut Bey misafiri pek sevmeyen, fazlasıyla evcil bir şairmiş. Hoşça kalın, şiirle…

Not : İlgili yazı, Sade Edebiyat dergisinde matbu olarak yayınlanmıştır.

-  http://yavuzyavuzerkoleksiyon.blogspot.com.tr/ 

-  http://hicligeprova.blogspot.com.tr/ 

27 Ağustos 2013 Salı

Haluk Oral'ın Şiir Hikayeleri

  Haluk Oral’ı yaklaşık iki sene önce tanıdım; bir Orhan Veli’yi ziyaret gününde. Aşiyan Mezarlığı girişindeki Orhan Veli büstü önünde, ihtişamlı bıyıklarıyla bizi karşılıyordu.  Aynı gün eve dönüş vaktinde, şair Müslim Çelik’in de bulunduğu araçta bolca edebiyattan konuşmuş ve Şiir Hikâyeleri adlı eserinden o esnada haberdar olmuştum.
  Çok önceleri okumaya başladığım ama; araya başka kitapların girmesi sonucu yarım kalan yapıtın son sayfasını dün akşam kapattığımda, doyumsuz bir edebiyat tadı bırakmayı başarmıştı yazar. Sıcacık bir havası vardı, bitmese daha iyi olacaktı sanki.
  Kitap, anlatı türünün yanı sıra birçok anıya ve daha önce rastlanmamış diyaloglara yer verişiyle de sizi sarmayı başarıyor.
  (…)
  Öztürk Serengil’i filmlerde seslendirerek, onun şöhretinde pay sahibi olan sesin de Mücap Ofluoğlu olduğunu ekleyelim.
  Bu önemli not, Özdemir Asaf’ın halen ezbere söylenen şiiri Lavinia’nın öyküsü esnasında belirtilmiştir. Şairin Lavinia, Oktay Akbal’ın ise Hisya diye nitelendirdiği güzel kadın Mevhibe Beyat’tan başkası değildir. Mevhibe Beyat, Özdemir Asaf’ın kendisine duyduğu aşka karşılık vermemiş, ilk olarak ressam Edip Hakkı Köseoğlu ve sonrasında, yakın tarihte kaybettiğimiz gazeteci yazar İlhan Selçuk’la birlikte olmuştur. Edebiyat tarihimize Lavinia adıyla kazınan Mevhibe Beyat, 11 Eylül 2007’de aramızdan ayrılmıştır.
  Kitabın orta sayfalarına ilerledikçe Ahmed Arif ve Hasretinden Prangalar Eskittim adlı eserin detaylarına inme imkanı buluyorsunuz. Şair her ne kadar kitabına ilk olarak Dört Yanım Puşt Zulası adını düşünse de yakın arkadaşı Ali Özoğuz buna engel olur.
  (…)
  Düşündüm, Ali’ye hak verdim. Madem öyle, kitabımın adı Hasretinden Prangalar Eskittim olsun dedim. Şunu da söyleyeyim, başlangıçta “eskittim” değildi, “çürüttüm”dü o sözcük. Yani Hasretinden Prangalar Çürüttüm. Fakat “çürüttüm” sözcüğünü sevmedim. Bir de bu sözcükte üç tane “ü” geliyor ya arka arkaya, kulağımı tırmaladı.
  Şair Ahmed Arif, 21 Nisan 1927’de doğar ve çok küçük yaşta annesini kaybeder. Babası Arif Hikmet’in ikinci eşi tarafından büyütülür. İlk ve tek kitabı ise; 41 yıl sonra 1968’de basılır: Hasretinden Prangalar Eskittim. Ahmed Arif, eser verişinin gecikme sebebi olarak kendi tembelliğini öne sürerken; kitabın belki de tek reklamı Yılmaz Güney’in 1974’te çevirdiği Arkadaş filmindeki kitapçı sahnesinde Melike Demirağ’a tavsiye edilişidir. Usta şair 2 Haziran 1991’de bizlere veda eder…
  Muhteşem hatıraların anlatıldığı ve mutlaka okunması gereken eserde ayrıca; Pablo Neruda’nın “Nâzım Hikmet’ten sonra çok büyük bir Türk şairi daha buldum. Bütün gece gözüme uyku girmedi” dediği Melih Cevdet Anday ve Tohum adlı şiirinin detaylı analizine bakabilir, Necip Fazıl’ın Kaldırımlar’ı yazmak için kendini neye adadığını öğrenebilirsiniz. Bunun dışında belki Orhan Veli’nin Bella’ya olan karşılıksız aşkı ve Sere Serpe şirinin öyküsünü merak edenler de vardır. Orhan Kemal’in ender bilinen şair yanı ve Bir Beyrut Hikâyesi’ni ve diğer önemli anılara tanıklık etmek için de eşsiz bir kitap sizi bekliyor.
  Şiir Hikâyeleri, Haluk Oral. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

http://yavuzyavuzerkoleksiyon.blogspot.com.tr/ 
http://hicligeprova.blogspot.com.tr/  

28 Nisan 2012 Cumartesi

Yazma Eyleminin Perde Arkası ve İçindekiler


  "Şiir kitapları, başka şairlere ya da edebi kimlikteki karakterlere ilham kaynağı olabildiği kadar seçkindir" diye bir şey geçirdim aklımdan. Bunu gayet tabii sadece şiir kitapları ile sınırlandırmak doğru olmayacaktır. Söylenen sözler ve hatta seçilen kelimeler dahi kişinin fikrine hizmet ediyor olsa da algılayanın ya da yorumlayanın hayal gücüne yer edebildiği ölçüde dikkate değerdir diyebiliriz.

  Bazen kitapların arka kapak yazıları, içimizdeki alışveriş kurdunu harekete geçirir ve çoğu zaman bir dize, bir aforizmadır farklı dünyaların kapılarını açan bize. Mesela kim inkar edebilir ki şu dizenin beynimizde yaratacağı kasırgayı: hem ağlamaz ki ağaç yaprağı düşünce (Oğuz Özdem, bir oyundu ölüm * Bilim Kitabevi, Eylül 1988).

  Fon müziklerinin garip hikayesine benzer benim için şiirin perde arkası. Sahiciliği bir kenara bırakıp, o şiirin neden yazıldığına ya da yazanın vurgulamak istediği şeye odaklarım aklımı. Çünkü en gerçekçi hayatlar, hiç yaşanmamışlıkların ürünüdür aynı zamanda. Eugene Ionesco, burada beni doğrular: Size yalancı denmesi içten olduğunuzu gösterir; dürüst olduğunuz için düzmece derler size. Kişi, başına gelmemiş bir olayı anlatırken ya da bir anda böyle bir şeyi kurgulamışken kağıda dökmese olmaz. Zaten kişi, kağıtla haşır neşir olmazsa hiç olmaz. İçeriye düşen ateş gibidir dize. Onu körüklemezseniz söner. Ve buna da hakkınız yoktur. derin bir çukura koyuyorlardı önünde babamın fotoğrafı duran uzun tahta kutuyu dizelerini yazarken fazlasıyla zorlanmıştım. Üstelik babam hayattaydı da. Fakat bu dizelerin, kimilerinin yaşamında önemli bir yere sahip olduğuna emindim. Sadece düşünce ve kurgu olarak kalmış olsaydı "iz" şiiri, içimi acıtacak ve beni sonrası için dürtecekti sürekli.  Böylece şiirin ölüm meleklerini başımdan def etmiş oldum. Edebi vicdanım son derece rahata bu anlamda. Buna bağlı olarak, eli kalem tutan yazar, şair, müzisyen -adı her neyse- yazmalı, yazdıkça kendini yenmeli yenilemeli ve aynı zamanda kayda almalı içindeki sesi. Aksi durumda unutulup gitmekten alamaz kendini. Unutulan burada kişinin kendisinden ziyade acıları, düşleri ve yaşanamamışlıkları olacaktır ki bu, en hazin sonuçtur.

  Bir rüyadır yazı ve Ursula K. Leguın, rüyalar kendini açıklamalı der. Öyleyse rüya tabirleri edebiyatçılarının soluksuz yorum yapmaları gerekiyor. "Şairler şiir yazarlar. Kitap yazanlar şair değil, nesir düşkünleridir" diyen küçük İskender'e edebiyatımızın her alanında saygım sonsuz olsa da burada fikir ayrılılğı yaşıyoruz. Yazmak, yazmak, yazmak...

  Kaan Koç'u okuduktan sonra yazmayan kaleme yuh diyorum. Hadi bakalım.
  ne garip ölümün verdiği hiçbir şey yok insana
  bir patlamış mısır iki sinema biletinden başka

http://yavuzyavuzerkoleksiyon.blogspot.com.tr/ 
http://hicligeprova.blogspot.com.tr/ 

1 Mart 2012 Perşembe

Yakın Tarih Albümü

  Çok defa konuşmuştuk daha önce. En azından bir üst geçit yapılsaydı mahalleliye, pos bıyıklarını halen yanaklarımıza sürtüyor olurdu. Ya da çok kaçırmasaydı çay bardağında anasonu, o gece dönmeseydi eve; annem sakal bıraksaydı, babam etek giyseydi! Babam demişken... Babamı çok severmiş, öyle anlatırlar hep. Bak burada sarılışlarından belli. Şu uzun zayıf adam, şimdilerin şeker hastası değil mi?
  Geri gelir misin. Biri kadın diğeri erkek; gencecik. Mecburi bir müessese kurmanın hüznü gözlerinde. Ne zor! Yerimde olma yanımda ol demiş şair, yararı var mı. Seneler sonraya taşan huzursuz göz altıları.
     Bu iş yerinde grev var. Grevde 16. gün. Burayı geçelim lütfen.
  Kürt Ali dayı. Çok uzaklara gittiğinde babaannem ne çok ağlamıştı. Amerikan salatasını nasıl da severdi. Amerika'yı sevdiğinden değil haa, içi nasıl yanıyorsa ilacı buydu garibin. Emperyalistlere haksızlık mı ediyorum acaba. Bazen yararlı şeyler de yapmıyor değiller. Irak halkının refahından sonra, Libya'ya da nasıl kucak açtı mübarekler! Aferin orospuçocuklarına.
  Babam o zamanlar bıyık bırakıyormuş. Annem de o dönemin en şık hatunlarından. Daha sonra geri alacağı bileziği takan o adam... Geçelim.
     Kırmızı atkısıyla... Geçelim.
     Geçelim, bir hapishane kapısı önünde çekilmiş.
     Gece kondu yine bugünkü gibi dilsiz. Ağlak çoğu zaman ve azınlıkta içindekiler.
3. sayfaya döner misin. Evet burası. Bak işte şu beyaz gömlekli. Parmakları arasında tüten sigarası. Oysa yıllarca parmaklıklar ardında yok olmaya hazırlanan oydu. Çok nadirdir poz verirken objektife baktığı. Uzaklara, daha uzaklaraydı hep... Fevriydi, burnunun dikine gittiği kadar dikti başı. Biz hep çekindik yanında gülmeye bile ama; kahkahalarıyla da ünlüydü aslında. Aynı zamanda gülüşünü yarıda kesen öksürükleriyle. Cengiz Baba'yı anlatırdı en çok. Hücredeki deliyi mesela: Bir gece boyu tecritte, masum bir deliyle uğraştım. Delilerden yana şansı yaver gitmiş olacak ki adı da deli kaldı, deli Selahattin. Hoyrat yaşaması bunda etkendi. İyi resim çizer, bol bol alkol alır, muazzam küfrederdi. Çok akıllı bir şekilde işi deliliğe vururdu.
  Sonra ne olduysa bir sabah hoca, nasıl bilirdiniz diye sordu. Şanındandır dedik...

  deli bilirdik
  helal olsun
  helal olsun
  helal o...

http://yavuzyavuzerkoleksiyon.blogspot.com.tr/ 
http://hicligeprova.blogspot.com.tr/ 



21 Ocak 2012 Cumartesi

Onur Caymaz'ın Hatıra Defteri


Büyürken ne kadar da mutsuz oluyor insan.

8 ocak akşamının çatı katı yalnızlığında, altı çizili dizeler sona ermek üzereyken bir Onur Caymaz sevecenliği çarptı gözüme. Düşten güzel, hikâyeden çocuk…

Caymaz’ı facebook ve twitter gibi sosyal platformlardan takip ediyorum. Tabii geçtiğimiz sene okuduğum Yaz Tarifesi adlı şiir kitabı ve doyumsuz dizelerinden. Dili, yorumu ve tarzı hep farklı oldu Onur Abinin. Birgün, Pazaryeri’ni hatırlayın…

İlk bölümde hatıraların anlatıldığı ve diğer bölümde yazara ait öykülerin yer aldığı eser, Dostoyevski’nin”insanların birbirini tanıması için en iyi zaman, ayrılmalarına en yakın zamandır” sözüyle başlar. Kitabın tamamında ayrılık ve geçmişin güzelliği temaları sizi derinden sarıyor. Farklı her bölüm “eksik kalan bir şeyler var” hissi uyandırıyor. Hayatta hep tamamlanmayı bekleyen yarım kalmışlıklarımız yok mu zaten! Yaşanmışlıkların kırılma noktası da canımızı acıtması oluyor çoğu zaman. İşte bu yüzden anı kolay, zor olandır hatıra!

Şikayet etmiyorum asla, yaşanan ne varsa güzeldi, kötü olanlar bile hayatım boyunca taşımaktan caymadığım mizah duygusu sayesinde azından gülümseyerek göğüslendi.

Hikayeden Çocuk, Onur Caymaz’ın hatıra defteri olduğu kadar, edebiyat dünyasına dair güzelliklerin de paylaşım sahnesi aynı zamanda. Bazen Orhan Pamuk çıkıyor karşımıza bazen de Beyoğlu’nda küçük İskender’i dinliyoruz doyumsuz şiir akşamlarında. 50’li yıllarda Attilâ İlhanlı, Özdemir Asaflı programlarda Veli Bar’daki gecelere dek yazılacak rengarenk şiir matineleri tarihimiz var aslında, el atmak gerekmez mi?

Ne gezer. Hayalperest Arnavut’un dediğine de bakın! Magazinsel aymazlıklar varken, düpedüz hain şenlikler dururken o güzelim şiir matineleri de nerden çıktı! Ama olsun; hayat, imla hatalarıyla dolu güzel bir cümle değil miydi zaten (Hordan Dimitrov Radickov). Gündelik hayatta tercihimiz hep bu imla hatalarından yanaydı ya neyse: Kahramanım çirkin; güzellikte eğreti, sahte şeyler buluyorum.

İşte bundandır ki; başta ik nokta olmak üzere nokta, kemal’in karanfilleri ve adımdan mütevellit veda vapurları soluksuz okunabilecek hikaye örnekleriydi diyebilirim. Okura özellikle “iki nokta”yı öneriyorum. Başımdan aynı olayın geçmişliğinden olacak, her cümle aynı hissiyata hizmet ediyor.

Kırmızının ağır bastığı  çok bi çocuk kapaklı bu kitapta öğretilen başka şeyler de vardı elbette. Sabahattin Ali’nin kamyon şoförü olduğu, Orhan Kemal’in zararına da olsa senaryolar yazdığı, Orhan Veli’nin kış günü kısa geldiği için giymeyip şan olsun diye paltosunu kolunda taşımasını, birkaç sene evvel, Orhan Veli’nin mezarı başında tırnaklarını ufalayarak şiir okuyan  o dev şairin (Müslim Çelik) “insanları şiirle dövmek lazım” diyerek boksörlüğü bıraktığını…

Hikayeden Çocuk, mutlaka!

1 Ocak 2012 Pazar

Marmara Üniversitesi Şiir Kulübü Daveti Konuşma Metni


  Türkiye’de şiirin okunmadığı ya da ilgisiz kaldığı söylentilerinin aksine; bugün burada bulunmak ve Marmara Üniversitesi Şiir Kulübünün konuğu olarak kürsünün başına geçmek, her şeyden önce bir şiir gönüllüsü olarak beni fazlasıyla mutlu etti.

  Edebiyat kültürümüzde öykü, roman, deneme vb türlerinin ardında kalan şiir, bana kalırsa tıpkı Salim Rıza Kırkpınar’ın da belirttiği gibi “güzel sanatların en asil olanıdır.” Gerçekten de şiir, diğer yazın türlerine oranla daha dik duruşlu ve ayakta kalabilen pozisyonundadır. Şiir ne şairine ne okuruna ne de topluma asla ayak uydurma ve genellikle şiirin işlevi kitleleri peşinden sürüklemek olmuştur.

  Bugün, doğumundan tam kırk bir yıl sonra basımı yapılan ve aynı zamanda tek kitabı olan Hasretinden Prangalar Eskittim ile kitaplıklarımızın ön raflarında Ahmed Arif yer alıyorsa, bu durumu ancak şiirin dokunulmazlığıyla açıklayabiliriz. Orhan Veli, sırf şiirin bu alabildiğine özgürlüğü sayesinde yaşamış olduğu süre boyunca haftanın birçok günü Taksim’den Aşiyan’a kadar ıslık çalarak yürür ve bu yürüyüş esnasında çeşitli şiirler okurdu.

  Bizler ve bizden sonraki nesiller, bugün olduğu gibi gelecekte de umut verici, ayağa kaldırıcı, inançlarımızı taze tutan değer olarak asla ve asla şiirden başka bir destekçi bulamayacağız. Eğer öyle olsaydı, “ne kadar rezil olursak o kadar iyi” demezdi Can Yücel ve ardından eklemezdi Nâzım: “Çocuklar inanın, güzel günler göreceğiz. Motorları maviliklere süreceğiz.” Ve tabii ki sonra…

Kaldırımlar, ıstırap çekenlerin annesi
Kaldırımlar, derdime kardeş çıkan insandır
Kaldırımlar, duyulur sükun içinde sesi
Kaldırımlar, içimde uzayan bir lisandır.

  Necip Fazıl’ın 19 Nisan 1928 tarihinde Hayat dergisinde yayımladığı bu şiiri, bugün halen okuma fırsatı bulabiliyorsam bu da şiirin güncel ve yeniliğinden başka bir şey değildir.

  Peki şiiri her zaman yeni tutmak ve yıllar sonra da okunabilir kılmak kolay mıdır? Yazar EugeneInesco güçlü yapıt ve ayakta kalacak yazar için reçetesini çoktan yazmıştır.

  Güçlü yazınsal yapıtlar yazmak için gereken şey içtenliktir. Özgün ve doğru olmak zorundasınız. Doğruluk, yalnızca sanatçının derin içtenliğinin dile getirilmesidir. Eğer yapıt yeniyse eşi yok demektir ve değeri yeniliğinde yatar.

  Inesco’ya katılmakla birlikte onun özgünlük ve yenilik kavramlarını biraz açmak istiyorum. Her uğraş için geçerli olmak üzere; yazarlar, şairler, sinemacılar, tiyatrocular hep bir öncekinden farklı olanı yapmak isterler doğal olarak. Ancak bu, kolay ve her zaman başarılabilir bir şey değildir. Kağıda yukarıdan bakan yazarlar, şairler okura hep yakın olmak zorundadır. Yani diğer bir ifadeyle onlardan olanı, onlara en yakın şekilde anlatmak en kısa çözüm yolu olabilir. Özellikle bizim ülkemizde samimiyet, fazlasıyla ön planda ve başarı için önemli bir kriter. Biz bu yüzden Rıfat Ilgaz’ın inşa ettiği Hababam Sınıfı’nı çok sevdik belki de. Burada tekrar Inesco’ya söz vermek istiyorum.

  Bütün yazarlar, propaganda yapmak amacıyla başlar; ama bunu başaramayanların büyük yazar olduklarını söyleyebilirim.

  Şimdi karar verelim ve düşünelim! Hiçbir kâr amacı gütmeden, türlü zorluklara karşı mücadele vererek ve çoğu zaman dergilerde takma isimlerle Hababam Sınıfı’nı yazan Rıfat Ilgaz’ı çok sevdik de; ekonomik getiriler hayaliyle, üstelik daha elverişli şartlar altında gösterimde olan filmin serileri bizi neden o kadar da kendine çekmedi!

  Buradan da yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki; “yazar, kendi kurallarını yarattığı oranda ve okuruyla arasındaki samimiyet bağını çözmediği sürece” başarılıdır. Örnek isterseniz; yakından tanıma fırsatı bulduğum küçük İskender, Mustafa Ergin Kılıç, Hilmi Yavuz ve haiku türünün başarılı temsilcilerinden Sunay Akın ve adını belirtemediğim birçok yazar/şair.

  Tüm söylenenlerin ertesinde bana, “neden şiir yazıyorsun” diye sorsanız, Murathan Mungan’la aynı fikirde olduğumu belirtip, sadece “bana iyi geldiği için” diyebilirim. Ben bunları söylerken George Orwell girebilir araya ve “öfkelenmemiş olsaydım yazmazdım” diyebilir.

  Bence sanatın doğru ve geçerli bir tanımı yok. Her şair hayata karşı aldığı ağır yenilgiyi ört bas etmek ve bunu olağanlaştırmak için yazar şiirini. Ve genellikle, bireyselliği aşabilmiş kalemler  okuruyla ve toplumla bütünleşebilir.