8 Temmuz 2016 Cuma

Göğe Bakma Sanatı ve Turgut Uyar

* Gıyabında Konuşmalar

  Şahin Kaygun’un portresiyle biten küçük cep kitabında; bir bilseniz hangi hüzünlü, hangi eskimiş de yarım bırakılmış hikayelere son noktadır Turgut Abinin o çizgili yüzü. Çizgisini hiç bozmayan ve bir o kadar anarşist bıyıklarında soluksuz asılı sigarasıyla efendiliği yüzümüze esen “Büyük Saat” ustası…

  Erhan Altan’ın kaleme aldığı ve kendisi gibi edebiyata gönül vermiş eşi Tomris Uyar’la yapılmış söyleşi ziyafetiyle merhaba. İkinci Yeni akımının en tehlikeli şairlerinden biriydi Turgut Uyar. Biz ki “Göğe Bakma Durağı” ile tanıyoruz şahsını. Onun şiirinde ahenk var mıydı, bir melodiye takılıp gidilebilir miydi bilinmez ama; en ağır ketumluğu bulabilirsiniz dizelerinde. Evet sizden bile içine kapanık, kendini beğenmiş-kendine küs, en az sizin kadar evcimen bir şiir dünyasına açılan ilk kapıdır yazdıkları. Yazmasa ne çok şey kaybederdi ayazından Ankara! Ankara’nın meydanlarıdır meşhur olan. Hüznü ve ayazından başka. Başka nedir ki şu içli dışlı olmuşluğumuz kendimizle.

  Madem ki sözün geldiği yerdir Ankara, Tomris Uyar’ı buyur edelim:  Ankara’da ben, bir yıl kadar Turgut Uyar’la oldum. Cemal Süreya’dan ayrıldıktan sonra 1966 yılının sonundan itibaren Ankara’ya gittim bir yıl. Para bakımından çok büyük sıkıntılar çekiyordu. Çünkü hem nafaka ödüyordu üç çocuğuna hem de bir sürü borcu vardı. Ey okur! Bu sayfayı tasarlarken, gıyabında konuşacaklarımızın dedikodusunu yapacağımızı peşinen söylemiştik. Dikkatinden kaçtıysa bir daha oku. Ki; es geçme Cemal Süreya’nın Üvercinka’larından birinin de Tomris Uyar olduğunu. Bekleme yapmayın lütfen, ilerleyelim. Taksitler, taksitle alınmış eşyalar filan… Onların borcu ödeniyordu. O yüzden çok sıkışık bir dönem geçirdik. Gene de elimizden geldiğince Papirüs’e yardım ediyorduk…

ikimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
şu aranıp duran korkak elleri tut
bu evleri atla bu evleri de bunları da
göğe bakalım
                
  Turgut Uyar’ın şiirinde bir okul zili coşkusu var çocuksu, bağımsız. Ne tok çıkıyor sesi ne cılız. Hem varmış gibi dikiliyor karşımıza hem de saklanıveriyor en olmadık zamanlarda. Az önce de söyledim ya çevresine ne kadar duyarlı, aynı oranda kapalı kendisine. “Acıların Tarihi”ni yazmak her şaire nasip olmaz kuşkusuz; fakat tam da Turgu Uyar’ın harcıdır acı ve onun hem tarihi hem de tarifi.

kalın ve karanlık bir çatı merdiveni gibi
giderilmez eksikliğini tanırım onun
suyun bardakta duruşu gibi
bir öfke usul usul büyürken kuytuda
yemyeşil bir çayır görünümündedir
haziran ortasında bir gümüş lüfer
büyülü bir fotoğraf bir gümüş çerçevede
ve evinde hemen hazır bir silah
böyle kargaşalı günler döneminde
beşer onar koparılan bir takvim sanki bahara

  Duygusal yönü ağır basan ve öyle ki; acıya böylesine tutkulu bir edebiyat gönüllüsünden bahsederken insani değerleri görmezden gelmek olmaz. Her şairin bir “yarınlar sözlüğü yazarı” olduğuna olan inancımın filozofudur Turgut Uyar. Hepimiz kadar hayatta var olmuş ve hayatın var ettiği pek çok duyguda da kendini esirgemediği gibi, gerektiğine hayatı sadece kendisine değil, yaşantısına bir vesile dahil olmuşlara da gri tonlarında yaşatma yürekliliğini göstermiştir. Çok kıskanç bir insandı zaten. Özgürlüğümün kısıtlanması hele böyle benim de haklı gördüğüm nedenlerden dolayı olmaya başlamışsa kurtuluş yolu ararım ve bu durumda bulamam tabii ki… Bana karşı çok şiddetli kızardı. Başkasına karşı çok şiddetli değil, hayır. Uzun süren bir kızgınlığı vardı üstelik. Kinci değil ama geri dönmeyen… Yani yaptığı haksızlığın içinde şu kadarcık haklılık olsa onda ısrar eden tiplerdendi. Hiç bana göre değil, ben hemen kabul ederim yanlışımı. Çok zor özür dilerdi.
                
  Turgut Uyar’ın en iyi yaptığı şey kuşkusuz “şiir yazmak” kaygısı gütmeden ve şiirselliğe (!) bulaşmadan şiir yazabiliyor olmasıydı. Sözcükleri yan yana getirişi ve kurgusundaki sadelikten anlayabileceğiniz yoruma kapalı mısraların dizilişi, sizi doğru yola sürükleyen unsurlardır. Takılın onların peşine, emin olun çok pişman olacaksınız. Ve sonra der ki:

ben şimdi diyorum ki bir bak şu alanlara
sokaklara köprülere kiremitsiz damlara
taşlara sopalara amanvermez silahlara
şehir haritasına trafik lambasına kan içinde adamlara
kan içinde adamlara
kan umutsuzluktur
ona kendini hazırla
ne kadar yalnız olduğumuzu hep hatırla
açlıkları yoklukları kırımları
-örneğin sensiz olmak ömrümün bir akşamında-


  Görüldüğü üzere Turgut Uyar asla militarizme ya da sloganvari söyleme yakın olmamıştır. Aslında bir eylem insanı olmaktan da özellikle uzak durdu. Onun için yazmak, başlı başına bir eylemdi. Kendi şiirinin de farkındaydı aslında. Hatta o kadar ki; güzel bir dizeyi yanlışlıkla yazdığı zaman (!) “kalemimden kaçmış” tepkisi alınabilirdi. Çünkü asıl amacı şiirsellikten kaçmaktı ve bunu başarmak için asla zorlanmadı. Mesela Cemal Süreya’da politik bir söylem hevesi her daim var olmuştur. Dolayısıyla diğer İkinci Yenici’lerden de bu yönüyle ayrılan Turgut Uyar, şiirsellikten çıkıp kuru bir düzenle de var olmadı edebiyat sürecinde. Bu yapıyı, biçim üzerinde yaptığı çalışmalarla gerçekleştirmeyi bildi. Bir de İlhan’dır (İlhan Berk) sadece şiirle uğraşacak olan. Cemal Süreya mesela politikacı olmayı çok isterdi. Yani şiir yazmak kadar politikacı olmayı çok isterdi…

  Bin bir hevesle araştırdığım ve öğrendiğimde sevindiğim en güzel detay, yazar ve/veya şairlerin yazma sürecine dair aldığım bilgi kümeleridir. Tomris Uyar’ın Erhan Altan’a verdiği yanıtta söylediği gibi, yazmak için ilham gelmesini beklemezdi. Aklına takılan bir konu ya da bir dize, bir ses varsa hemen yazmaya otururdu. Günün saatinin bir önemi yoktu. Ama daha çok öğleye doğru; yani on bir civarı olurdu. İlhama hiç inanmayan bir insandı. Tabii ki ilham dalgası beklemezdi. O, öncelikle şiirin neresinin teknik olarak eksik olduğunu fark ederdi ve onu düzeltene kadar uğraşırdı. Ama bu mutlaka kağıdın ve kalemin başında uğraşma olmazdı, düşünürdü durmadan, o belli olurdu yüzünden. Bulduğu zaman gider düzeltirdi, gece yarısı da olabilirdi bu bulma anı. Onu düzeltene kadar rahat edemezdi.

seversin diye söylerim her şeyi, sana uygun olsun
çünkü her şeyin birbirine uygununu sen bulursun
gel ellerini ver en güzel ellerini öyle
ruhum, ateş yüreğim, kokum birlikte öyle

  “Tomris Uyar İçin Bir Şiir Kurma Çalışması” adlı şiirinden arakladığım bu birkaç dizede; anlatım, en antişiirselliğiyle dilimizde doludizgin. Keyifle. Hal böyleyken dönüp bir de günümüz şairlerine (!) ve üstatlarına (!) göz gezdirdiğimde acayip görüşler duymaktan da alamıyorum kendimi. Günde birkaç şiir yazdığını söyleyen bey amcalar var. Ya kendisini sosyal medyada ilah ilan eden yarım kafiye zekalılar yok mu, onlara ne demeli!

  Bir şiiri yıllarca bekletebilirdi ama yıllarca beklettiğini de sanmıyorum. Üç ay içinde bir şiiri falan mutlaka bitirmiş olurdu. Şiir yazamayınca sinirli ve gergin olurdu. Ama bu gerginlik çok belirgin bir gerginlik olmazdı. Zaten çok güleryüzlü bir insan olmadığı için, tanıyan biri ancak seçebilirdi bu farkı. Çok dalgın olurdu ve kafasının bir yere takılı olduğu yüzünden okunurdu. Ama onun dışında bir şikayet etmezdi, düşünürdü… Şiir yazdığı dönemlerde ise benden değil ama; çevresinden uzaklaştığını söyleyebiliriz. Hiçbir zaman yakını fazla olmadığı için onu da bilemeyeceğim.

ben bir gün giderim ki neyim kalır
eksik bıraktığım her şeyim kalır
yaz günü kim ister ki öldüğünü
eksik bıraktığım her şeyim kalır
yaşamam bir beyazlık gibi sanki
eksik bıraktığım her şeyim alır
genişlerim dağılırım beyazlarım
ben bir gün giderim ki neyim kalır
ben bir gün giderim ki ey diri at
elbette benim de bir şeyim kalır

  Oğluna Turgut Uyar adını koyacak kadar karşılıklı iyi baba-oğul ilişkisine sahipti. Aile yapısının çok kuvvetli olduğunu söyleyemesek de oğluyla diyalogları her birinden farklıydı. Turgut Uyar az kişi severdi. Can’ı (Can Yücel) çok severdi mesela. “Şiir diye bir şey olmamış olsa, İlhan (İlhan Berk) bulurdu”  derdi, şiiri sevdiği için İlhan’ı severdi… Misafiri de pek sevmezdi ve kolay kolay dışarı çıkmazdı.

şimdi otobüs gelir gideriz
dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
seni aldım bana yırdım durma kendini hatırlat
durma kendini hatırlat

durma göğe bakalım

Not : İlgili yazı, Sade Edebiyat dergisinde matbu olarak yayınlanmıştır.

-  http://yavuzyavuzerkoleksiyon.blogspot.com.tr

-  http://hicligeprova.blogspot.com.tr

Sami Baydar'ın Dünya İnancı


* (Gıyabında Konuşmalar)

  Gündelik hayatın yükünü, özellikle son dönemde sıkça maruz kaldığımız kirli siyaset dilini söküp alıyor ilk etapta. Herhangi bir sevgilinin arkasından ağıt yakıldığına yahut arabesk bir ayrılık hikayesine rastlamanız pek mümkün değil bu derinlik çıkmazında. Evet, çoğunuzun hatırlayamayacağı gibi Sami Baydar’dan bahsediyorum. Olgun ve standardını kazanmış dizeler kitap boyunca refakat ediyor size.

  Günümüz romantiklerinin çul çaput yazdıklarından sıkılanlar için tek tavsiyem şairin ruhuna birkaç dize mırıldanmaları yönünde olur.

  Samimi bir itirafta bulunmak gerekirse şairi çok duymama rağmen üslup ve içeriğiyle ilgili bilgi sahibi olma fırsatını yakalayamamıştım. Ta ki; şeytanın günaha zorlayıp, beni Dünya İnancı’na yakınlaştırıncaya dek. Kitabın adından da anlaşılacağı üzere şair, başka bir dünyanın yasını tutuyor şüphesiz. Temelinde hemen her canlıyla karşılaşabileceğiniz bir fotoğraf sunuyor size. Yıllar önce Garip akımıyla başlayan “şiire hayatın içinde yer alan her kavramın dahil edilebileceği” gerçeğini güçlü bir dille savunuyor şair. Kitap kapağında küçük İskender paralelinde (paralel sözcüğü burada; popüleriteden, siyasetten ve mecazi söylemden uzakta, göründüğü-okunduğu gibi içi dışı bir ve bir o kadar da delikanlı bir tavırla kullanılmıştır) bir hitap bekliyorsunuz. Doğrusu simalar da birbirini andırmıyor değil. Yakın süreçte kaybettiğimiz şairi, İskender gibi Beyoğlu’nun herhangi bir bodrum katında bulabilir miyiz acaba yeniden? Yerüstü edebiyatının bence en güçlü ve en unutulmuş şairlerinden biri Sami Baydar. Slogan olabilecek ifadelerden kaçınmış ve açık sözlü anlatımıyla sıkı bir dost olmayı rahatlıkla başarabiliyor. Keyfi kaçık şiirler bulabileceğiniz gibi; aklını yitirmiş, hayalperest
dizelere rastlamak da mümkün sayfalar boyunca. Çoğu şiir, Kemal Sunal filmlerinin en komik anında araya giren reklam tadı veriyor. Rahatsız edici ölçüde yarım bırakılmış diyebilir ya da başka bir bakış açısı getirerek; şairin, “benden bu kadar” demiş olabileceğini ve sıranın artık okura geldiğini de düşünebiliriz.

  Şiir kitaplarını çoğu zaman, onu kaleme alanların günlükleri olarak kabullenirim. İç sıkıntım varsa, “zaten canım darda, bir de onu çekemem şimdi” deyip, yüzüne bile bakmam dizelerin. Kırılan-küsen olur mu bilmiyorum ama; şiir kitaplarına şarkı sözü muamelesi yapmaktan vazgeçtiğimizde şiirlerin ciddi birer kutsal kitap olduklarına şahit olacağız.

  Dünya İnancı; içinde pek çok kültür, ırk, cinsiyet ve alışkanlığı barındıran oldukça kalabalık bir kitap. Fakat; şairi yalnız. Sami Baydar’ı size anlatmaktaki gayem de buydu: Yalnızlık! Muhakkak bir bildiği vardı Nietzsche’nin. Yok yere izini sürmüyoruz halen aforizmasının: Yalnızlık, bu dünyanın en eski asaletidir. Bunca kalabalık ve yoğunluk içinde şair yalnız kalabilmeyi nasıl başarmış bilinmez ama; teknolojinin ve hayatınızdaki tüm fazlalıkların gerçek anlamda gereksiz olduğunu kitabı sonlandırdığınızda anlıyorsunuz. Sakin ve ince dokunuşlarıyla edebiyatın sadeliğine götürüyor sizi. Herkesin söylediğini, yine herkesin kullandığı tarzda söylemiyor. Her şeyden önce Sami Baydar şiirinin yetiştirilme tarzı bambaşka. Aile terbiyesi almış ve aynı zamanda gerektiğinde Ece Ayhan olabilecek bir kıvama sahip. Buna karşılık ağır abi olma kaygısı gütmeyen ve/veya en önemlisi küfretmeden de sert şiirler yazılabileceğinin nüfus suretidir Sami Baydar, aslı gibidir. Tüm bunları kanıtlamama izin verir misiniz… 31. sayfada Kuğular şiirini sıkıştırıyorum köşeye ve tüm bildiklerini anlatmasını istiyorum. Dökülüyor usulca:

bir kuğu ölse bir ay gözlerini açamaz bir göl
istemez içmez çocukları göğsünden süt sağılmaz

bir kuğu doğarsa gök gölde ağırlanır
kuğular yıldız takar boyunlarına
sevişirler beyaz beyaz ot kokar

bir kuğu görmedinizse mutlaka görün
ışıkla sıkılmış gibidir boyunları
ayrılacak yerde birleşirler

pencerenin altına dek getiriyorlar
uykudan kaldırıp insanları

düşseniz sanki değiştireceksiniz her şeyi.


  Kesik Kuş Kafası Bir Dünya isimli sadist görünen; ancak bambaşka anlatımların peşine düşülen şiirde ise; yüreği bir kuş gibi çarpan kim var ki / yüreğimi yüzüme vuran sevginin ateşinden dizeleriyle ne denli insancıl olunabileceği yüzümüze çarpıyor şair. Böcekler bir yaz gecesine çağırıyor sevgilim ikimizi / ama insan bağırtılarla ateşlerle tutuşturuyor otları dizeleri, sizce de birçok sözüm ona “aşk şairini” arka cebinden çıkarmaz mı? Biraz kendimize kalmak, kapıldığımız gürültüden kurtulmak için yüksek dozda şiir ve belki de en önemli temsilcilerinden Sami Baydar kaçınılmaz görünüyor. İç huzursuzluğumuzun, yetinemezliğimizin ve avare dolandırılmışlığımızın tedavisi bu sarı kitap. Üstelik tek seans. İri yapılı ama yufka yürekli bey amcalar gibi eserin iç dünyası. Babacan konuşmaları sizde saygı uyandıracak.

  Son şiirin adı Papatya. Unutmayın, şairler falınıza bakarken yalnızca geçmişinize götürür sizi. Ve bunu sadece cesur olanlara yapar. Şimdi tüm cesaretinizi toplayın ve ne yapıp edip bulun bu kitabı. Sonra üzerine konuşacaklarımız var. Bu sayıda Sami Baydar’ın Dünya İnancı hakkında dedikodu yaptık. Gelecek sayıda; Gıyabında Konuşmalar maskesinin altına sığınıp, Turgut Uyar hakkında önemli sırlar paylaşacağım. Aramızda kalsın; Turgut Bey misafiri pek sevmeyen, fazlasıyla evcil bir şairmiş. Hoşça kalın, şiirle…

Not : İlgili yazı, Sade Edebiyat dergisinde matbu olarak yayınlanmıştır.

-  http://yavuzyavuzerkoleksiyon.blogspot.com.tr/ 

-  http://hicligeprova.blogspot.com.tr/